Azerbaycan-Rusya ilişkilerinin en önemli boyutlarından birini jeokültürel
boyutu oluşturmaktadır. Bu boyutta tarih ve etnik unsurun yanı sıra, din
faktörü özel önem arz etmektedir. İki ülke arasında din faktörünün önem
kazanmasının ilk nedeni 1991’den sonra uluslararası ilişkilerde din faktörünün
etkisinin artması ve bu bağlamda İslam dinin de uluslararası siyasette öneminin
güçlenmesidir. İkinci olarak, hem Rusya, hem de Azerbaycan`ın dini reddeden
sosyalist sistemden kopmaları her iki toplumda din faktörünün sosyal ve kısmen
de siyasal alanda etkisi artmıştır. Bu kapsamda Rusya`da en büyük ikinci ve
Azerbaycan’da ise mutlak egemen dini inanış olan İslam faktörünün ikili
ilişkilerdeki önemi güçlenmiştir.
Her iki ülke arasında
ilişkilerde İslam dini etkeninin gündeme gelmesinin üçüncü ve bizce en önemli
nedeni Kuzey Kafkasya`daki siyasal istikrarsızlık ve savaştı. Nitekim Rusya
merkezi yönetimine karşı yürütülen Çeçen direnişinin İslami temellere
dayandırılması ve bu çerçevede anılan mücadeleye Müslüman dünyasından verilen
destek Kremlin yönetiminin sırf bu bağlamda bile dış politikada İslam faktörüne
ciddi önem vermesini gerektirmekteydi. Bu da Rusya dış politikasında Kuzey
Kafkasya ile komşu tek Müslüman devlet Azerbaycan`la ilişkilerde İslam
faktörünü dikkate almasını zaruri kılmaktaydı.
Keza Azerbaycan için de,
bu etken hem ülkeni Kuzey Kafkasya`ya geçiş üssü gibi kullanmak isteyen İslam
referanslı direnişçiler, hem de bu nedenle ve çoğu zamanda bu faktörü bahane
gibi kullanarak Azerbaycan`a baskı yapmağa çalışan Rusya etkeni nedeniyle
önemliydi. Dahası Kremlin yönetiminin Çeçen direnişini yenmek için Rusya ile
barışık olması anlamını taşıyan “Rus İslamı” yaratma çabalarında özellikle
Çeçenistan`da önemli mesafeler alması Azerbaycan`ın bu konuya daha fazla dikkat
etmesini gerektirmektedir. Bu yazıda uluslararası sistemde dinin artan rolü
ışığında Rusya-Azerbaycan ilişkilerinde, özellikle Kuzey Kafkasya bağlamında
İslam faktörü alınacak ve bu etkenin ikili ilişkilerde yarattığı fırsat ve
riskler değerlendirilecektir.
Uluslararası İlişkilerde
Din
Din etkeni tarihen
uluslararası ilişkilerde önemli faktörlerden biri olmuştur. Özellikle,
Hıristiyanlık ve İslam`ın yayılma süreçleri bu misyona iddialı hükümdar ve
devletlerin en önemli genişleme gerekçelerinden biriydi. Avrupa tarihi
bakımından Roma Papalığı`nın ve Bizans İmparatorluğu`nun devletlerarası
ilişkilerde Hıristiyanlık faktörünü nasıl kullandığı iyi bilinmektedir. Yine
11-13. yüzyıllar arasında Avrupalıların Doğu`ya yönelmesinin en popular
gerekçesinin Hıristiyanlık olduğu ve düzenlenen yürüyüşlerin “haçlı seferleri”
biçiminde tanımlandığı hatırlanacaktır. Doğu tarihi bağlamında ise İslam`ı
yayma hedefinin Arapların 7. yüzyıldan itibaren başlayan genişleme çabaları ile
Osmanlı`nın fetihleri için en önemli gerekçelerin başında geldiğini belirtmek
yanlış olmayacaktır.
Reformasyon sürecine
kadar Avrupa`da ülkelerin dış ilişkilerinde esas belirleyici etken sayılan
dinin, Batı`da devletlerarası ilişkilerdeki etkisi 1648 tarihli Wesfaliya
anlaşması ile ciddi bir gerileme içerisine girmiş, Fransız devrimi ve ardından
Avrupa`daki Napolyon savaşları ile iyice marjinalize olmuştur. Bati ile
karşılaştırıldığında Doğu`da dinin devletlerarası ilişkilerde rolünün uzun bir
süre etkisini sürdürdüğünü söylemek mümkündür. Bunda çeşitli faktörlerin yanı
sıra, Müslüman Doğu`da hele 16. yüzyılda İslam halifesi statüsüne elde eden ve
uzun süre Sefevi ile mezhepsel faktörün önemli etken olduğu rekabet içinde
bulunan Osmanlı`nın Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar varlığını sürdürmesinin
de mühim etkisi var.
20. yüzyılın ilk
yarısında seküler anlayışın egemen olduğu uluslararası sistemde din etkeni daha
çok büyük aktörlerin konjukturel olarak ve de Avro-Atlantik coğrafya dışındaki
bölgelerde, özellikle de Ortadoğu`da bir-birilerine karşı kullanılmıştır.
İkinci dünya savaşı sonrasında yeni kurulan dünya düzeni özünde seküler bir
karakter arz etse de, din faktörünün ideolojik ve jeopolitik rekabette sık
kullanıldığı, hatta ABD`nin “Yeşil kuşak” teorisi ile SSCB-yi çevrelemek için
bölgesel ittifaklar kurduğu bilinmektedir. ABD`nin Afganistan`daki İslam
mücahitlerine desteyi, ya da Sovyetler Birliği`ndeki Müslümanlara yönelik
propagandası da bu anlayışın uzantısı olarak kabul edilebilinir. Soğuk Savaş
döneminde 1979’da İslam devrimiyle kurulan İran İslam Cumhuriyeti`nin dış
ilişkilerinde de teokratik anlayışı referans alan çizgi izlemesi uluslararası
ilişkilerde özellikle, Ortadoğu bağlamında dinin etkisini artıran ve İslam
faktörünü öne çıkaran gelişmeydi.
Soğuk savaşın sonra
ermesi ve komünist tehdidin ortadan kalkmasının ardından Batı`nın yeni dünya
düzeni ve sorun bölgelerini yeniden dizayn arayışı dinleri yeniden dikkat
merkezine oturtmuştur. Fukuyama ve Huntigton kimi akademisyenlerin dünyaya
bakışlarını dini merkeze alan “medeniyet” kavramı çerçevesinde “Tarihi Sonu” ve
“Medeniyetler Çatışması” gibi tezlerle ortaya koymaları da bu sürece özel bir
ivme kazandırmıştır. Bu süreçte başta İsrail-Filistin meselesi yarattığı
küresel nitelikli güvenlik, istikrar ve rejim sorunlarının yansıra, sahip
olduğu stratejik önemde zengin enerji kaynakları ile Ortadoğu Batı`nın
yenidünya düzeni inşa sürecinde merkezi yer tutmaktaydı. Bu durum İslam dininin
bölgesel merkezli ilişkilerdeki önemini artırırken, küresel ilişkilerde de dini
eksenli yaklaşımın güçlenmesine neden oldu. Mevcut gelişmeler ise bu süreci Batı`da
İslamı hedef gösterici tavrı güçlendirmeye yönlendirdi. 1990’ların başında
dönemin NATO Genel Sekreteri`nin “Kızıl tehdidin yerine yeşil tehdit geçti”
tespiti ile ortaya koyduğu bu anlayış, 11 Eylül saldırıları sonrası Bush
yönetimindeki ABD`nin söylem ve politikalarında esas yeri kapladı.
Obama yönetiminin bu
gidişatı engelleme mahiyetli “Medeniyetler Diyalogu” projesine verdiyi destek
de nihayetinde uluslararası ilişkilerde din etkenin rolünün arttığını gösteren
bir örnek olarak telakki edilebilinir. Yine İsrail-Filistin sorunun nedeni olma
noktasında en önemli boyutlarından birinin İslam-Musevilik ilişkisinin,
çözülememesinde ise Musevilik-Hıristiyanlık ittifakının olduğuna dair güçlü ve
yaygın kanaat ve uygulamalar, ya da Türkiye`nin AB üyeliğinde Müslüman
kimliğinin engel teşkil ettiğine dair hususlar da dinin çağdaş uluslararası
sistemdeki rolünü ortaya koymak bakımından önemli örneklerden sayılabilir.
Devam edecek...
26.08.2011 15:45 Yerel saatı | 12:45 Dünya saatı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder