30 Aralık 2014 Salı

“Rus İslamı” ve Azerbaycan - 1



Azerbaycan-Rusya ilişkilerinin en önemli boyutlarından birini jeokültürel boyutu oluşturmaktadır. Bu boyutta tarih ve etnik unsurun yanı sıra, din faktörü özel önem arz etmektedir. İki ülke arasında din faktörünün önem kazanmasının ilk nedeni 1991’den sonra uluslararası ilişkilerde din faktörünün etkisinin artması ve bu bağlamda İslam dinin de uluslararası siyasette öneminin güçlenmesidir. İkinci olarak, hem Rusya, hem de Azerbaycan`ın dini reddeden sosyalist sistemden kopmaları her iki toplumda din faktörünün sosyal ve kısmen de siyasal alanda etkisi artmıştır. Bu kapsamda Rusya`da en büyük ikinci ve Azerbaycan’da ise mutlak egemen dini inanış olan İslam faktörünün ikili ilişkilerdeki önemi güçlenmiştir.
Her iki ülke arasında ilişkilerde İslam dini etkeninin gündeme gelmesinin üçüncü ve bizce en önemli nedeni Kuzey Kafkasya`daki siyasal istikrarsızlık ve savaştı. Nitekim Rusya merkezi yönetimine karşı yürütülen Çeçen direnişinin İslami temellere dayandırılması ve bu çerçevede anılan mücadeleye Müslüman dünyasından verilen destek Kremlin yönetiminin sırf bu bağlamda bile dış politikada İslam faktörüne ciddi önem vermesini gerektirmekteydi. Bu da Rusya dış politikasında Kuzey Kafkasya ile komşu tek Müslüman devlet Azerbaycan`la ilişkilerde İslam faktörünü dikkate almasını zaruri kılmaktaydı.
Keza Azerbaycan için de, bu etken hem ülkeni Kuzey Kafkasya`ya geçiş üssü gibi kullanmak isteyen İslam referanslı direnişçiler, hem de bu nedenle ve çoğu zamanda bu faktörü bahane gibi kullanarak Azerbaycan`a baskı yapmağa çalışan Rusya etkeni nedeniyle önemliydi. Dahası Kremlin yönetiminin Çeçen direnişini yenmek için Rusya ile barışık olması anlamını taşıyan “Rus İslamı” yaratma çabalarında özellikle Çeçenistan`da önemli mesafeler alması Azerbaycan`ın bu konuya daha fazla dikkat etmesini gerektirmektedir. Bu yazıda uluslararası sistemde dinin artan rolü ışığında Rusya-Azerbaycan ilişkilerinde, özellikle Kuzey Kafkasya bağlamında İslam faktörü alınacak ve bu etkenin ikili ilişkilerde yarattığı fırsat ve riskler değerlendirilecektir.
Uluslararası İlişkilerde Din
Din etkeni tarihen uluslararası ilişkilerde önemli faktörlerden biri olmuştur. Özellikle, Hıristiyanlık ve İslam`ın yayılma süreçleri bu misyona iddialı hükümdar ve devletlerin en önemli genişleme gerekçelerinden biriydi. Avrupa tarihi bakımından Roma Papalığı`nın ve Bizans İmparatorluğu`nun devletlerarası ilişkilerde Hıristiyanlık faktörünü nasıl kullandığı iyi bilinmektedir. Yine 11-13. yüzyıllar arasında Avrupalıların Doğu`ya yönelmesinin en popular gerekçesinin Hıristiyanlık olduğu ve düzenlenen yürüyüşlerin “haçlı seferleri” biçiminde tanımlandığı hatırlanacaktır. Doğu tarihi bağlamında ise İslam`ı yayma hedefinin Arapların 7. yüzyıldan itibaren başlayan genişleme çabaları ile Osmanlı`nın fetihleri için en önemli gerekçelerin başında geldiğini belirtmek yanlış olmayacaktır.
Reformasyon sürecine kadar Avrupa`da ülkelerin dış ilişkilerinde esas belirleyici etken sayılan dinin, Batı`da devletlerarası ilişkilerdeki etkisi 1648 tarihli Wesfaliya anlaşması ile ciddi bir gerileme içerisine girmiş, Fransız devrimi ve ardından Avrupa`daki Napolyon savaşları ile iyice marjinalize olmuştur. Bati ile karşılaştırıldığında Doğu`da dinin devletlerarası ilişkilerde rolünün uzun bir süre etkisini sürdürdüğünü söylemek mümkündür. Bunda çeşitli faktörlerin yanı sıra, Müslüman Doğu`da hele 16. yüzyılda İslam halifesi statüsüne elde eden ve uzun süre Sefevi ile mezhepsel faktörün önemli etken olduğu rekabet içinde bulunan Osmanlı`nın Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar varlığını sürdürmesinin de mühim etkisi var.
20. yüzyılın ilk yarısında seküler anlayışın egemen olduğu uluslararası sistemde din etkeni daha çok büyük aktörlerin konjukturel olarak ve de Avro-Atlantik coğrafya dışındaki bölgelerde, özellikle de Ortadoğu`da bir-birilerine karşı kullanılmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında yeni kurulan dünya düzeni özünde seküler bir karakter arz etse de, din faktörünün ideolojik ve jeopolitik rekabette sık kullanıldığı, hatta ABD`nin “Yeşil kuşak” teorisi ile SSCB-yi çevrelemek için bölgesel ittifaklar kurduğu bilinmektedir. ABD`nin Afganistan`daki İslam mücahitlerine desteyi, ya da Sovyetler Birliği`ndeki Müslümanlara yönelik propagandası da bu anlayışın uzantısı olarak kabul edilebilinir. Soğuk Savaş döneminde 1979’da İslam devrimiyle kurulan İran İslam Cumhuriyeti`nin dış ilişkilerinde de teokratik anlayışı referans alan çizgi izlemesi uluslararası ilişkilerde özellikle, Ortadoğu bağlamında dinin etkisini artıran ve İslam faktörünü öne çıkaran gelişmeydi.
Soğuk savaşın sonra ermesi ve komünist tehdidin ortadan kalkmasının ardından Batı`nın yeni dünya düzeni ve sorun bölgelerini yeniden dizayn arayışı dinleri yeniden dikkat merkezine oturtmuştur. Fukuyama ve Huntigton kimi akademisyenlerin dünyaya bakışlarını dini merkeze alan “medeniyet” kavramı çerçevesinde “Tarihi Sonu” ve “Medeniyetler Çatışması” gibi tezlerle ortaya koymaları da bu sürece özel bir ivme kazandırmıştır. Bu süreçte başta İsrail-Filistin meselesi yarattığı küresel nitelikli güvenlik, istikrar ve rejim sorunlarının yansıra, sahip olduğu stratejik önemde zengin enerji kaynakları ile Ortadoğu Batı`nın yenidünya düzeni inşa sürecinde merkezi yer tutmaktaydı. Bu durum İslam dininin bölgesel merkezli ilişkilerdeki önemini artırırken, küresel ilişkilerde de dini eksenli yaklaşımın güçlenmesine neden oldu. Mevcut gelişmeler ise bu süreci Batı`da İslamı hedef gösterici tavrı güçlendirmeye yönlendirdi. 1990’ların başında dönemin NATO Genel Sekreteri`nin “Kızıl tehdidin yerine yeşil tehdit geçti” tespiti ile ortaya koyduğu bu anlayış, 11 Eylül saldırıları sonrası Bush yönetimindeki ABD`nin söylem ve politikalarında esas yeri kapladı.
Obama yönetiminin bu gidişatı engelleme mahiyetli “Medeniyetler Diyalogu” projesine verdiyi destek de nihayetinde uluslararası ilişkilerde din etkenin rolünün arttığını gösteren bir örnek olarak telakki edilebilinir. Yine İsrail-Filistin sorunun nedeni olma noktasında en önemli boyutlarından birinin İslam-Musevilik ilişkisinin, çözülememesinde ise Musevilik-Hıristiyanlık ittifakının olduğuna dair güçlü ve yaygın kanaat ve uygulamalar, ya da Türkiye`nin AB üyeliğinde Müslüman kimliğinin engel teşkil ettiğine dair hususlar da dinin çağdaş uluslararası sistemdeki rolünü ortaya koymak bakımından önemli örneklerden sayılabilir.
Devam edecek...



Dr. Nazim CAFERSOY, Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Analisti (QAFSAM-www.qafsam.org)
26.08.2011 15:45 Yerel saatı | 12:45 Dünya saatı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder