Akdeniz hiç kuşkusuz son dönemlerde uluslararası medyanın ilgisini en fazla
çeken su havzalarının başında geliyor.
Esasında Avrupa, Afrika
ve Asya kıtalarının kavşağında yerleşen dünyanın en büyük iç denizi olan
Akdeniz tarihi, jeopolitiği ve dahası enerji yollarının üzerinde olması
sebebiyle bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. Kıbrıs sorunu, İran meselesi, Somali
korsanları, petrol ve doğal gaz aramaları derken, “Arap baharı” Akdeniz`i iyice
çeşitli devletlerin faaliyet alanına dönüştürdü. Akdeniz deyim yerindeyse ABD,
İngiltere, Fransa, İtalya, İsrail, Türkiye ve İran askeri gemileri boy gösterme
ve manevra alanı oldu.
İsmi Akdeniz`le anılan
bir başka ülke de beklendiği üzere Rusya oldu. Başlangıçta yapılan yorumlarda
Esat rejimine Rusya`nın desteği daha çok Moskova`nın Suriye`nin Akdeniz
kıyısındaki Sovyet döneminden kalan Tartus limanını koruma endişesi ile izah
ediliyordu. Rus savaş gemilerinin Akdeniz sularında sıklaşan boy göstermeleri Tartus`daki
Rus üssünün kaderine dair rahatsızlığı, ya da en fazla bu denizde son
dönemlerde artan askeri kıpırdamayla ilişkilendiriliyordu.
Ancak, Rusya`nın Suriye
meselesinde Çin ve İran`la fiili ittifak oluşturarak Batı ve Türkiye`ye karşı
koyması ve bu çerçevede Akdeniz`de Suriye`yi içine alacak ortak askeri tatbikat
iddiaları durumun ciddiyetini ortaya koyuyor. Rusya`nın Güney Kıbrıs`tan üs
isteme iddiaları da işin tuzu biberi oldu. Ve bu durum Rusya`nın tarihi Akdeniz
iddialarını akla getiriyor.
Tabii ki, bundan en
fazla rahatsız olanların başında Osmanlı döneminde bir süre “Türk gölü” gibi
telakki edilen Akdeniz`le en uzun sınırı olan Türkiye`nin gelmiş olması
şaşırtıcı değil. Rusya`nın Akdeniz`e ilişkin tarihi iddiaları, geçen yazımızda
bahsettiğimiz ulusal deniz stratejisi ve bu konsepte ilişkin uygulamaları
Ankara`yı rahatsız edecek kadar önemli.
Öncelikle, Rusların
Akdeniz`e tarihi ilgisi ta 9. yüzyılda Rus tüccar ve denizcilerinin bölgeye
gelişi ile başlar. Ancak Rusya`nın Akdeniz`e çıkış iddiaları denizlere çıkma
stratejisi ile ciddiyet kazanmıştır. Şöyle ki, Rusya’nın sıcak denizlere çıkma
hedefinde en önemli aşamalardan biri İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinden
Akdeniz’e çıkmak olmuştur.
Rusya’nın geleneksel
Akdeniz ve Boğazlar siyaseti kendi güç pozisyonuna göre iki boyutlu bir içerik
taşımıştır. Ruslar kendilerini zayıf hissettiklerinde Akdeniz ve Boğazları bir
güvenlik meselesi gibi görerek, Boğazların yabancı gemilere kapatılması ve
Karadeniz’e girmelerinin önlenmesi siyaseti gütmüştür.
Güçlü oldukları
dönemlerde ise Boğazlar üzerinden Akdeniz’e inerek Fransa’nın Ortadoğu’da
kurmak istediği üstünlüğe veya İngiltere’nin Hint yolu güvenliğine darbe
vurmayı amaçlamıştır. Bu bağlamda Boğazlar ve Üçüncü Roma teorisi ile kutsallık
atfedilen İstanbul’un (Ruslara göre Tsargrad’ın yani Çar’ın kentinin) ele
geçirilmesi Rusya İmparatorluğu’nun önemli hedeflerinden biri olmuştur.
18. yüzyıl sonuna kadar
Rusya’nın bu amaçlarına tek başına karşı koyabilen Osmanlı Devleti, zayıflaması
ile paralel olarak 19. yüzyıldan itibaren bu konuda İngiltere, Fransa ve
Almanya’nın desteğini almaya çalışmıştır. Rusya İmparatorluğu’nun bu hedefine
en yaklaştığı dönem İngiltere ve Fransa’yla birlikte Birinci Dünya Savaşı’na
girdiği dönemdir.
Fakat Ekim Devrimi
nedeniyle Rusya’nın yeni bir siyasal sisteme yönelmesi, savaştan çekilmesi ve
savaş öncesi yapılan anlaşmaları geçersiz ilan etmesi yeni dönemi başlatmıştır.
Yeni Sovyet liderliği İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar Rusya İmparatorluğu’nun
zayıf zamanındaki Boğazlar politikasına sadık kalmış ve Batılı devletlere karşı
Türkiye’nin tezini savunur bir pozisyon sergilemiş, İkinci Dünya Savaşı’nın
ardından galip devlet vasfının kendisine sağladığı avantajı kullanarak 1946’da
Boğazlarda üs talebinde bulunmuştur.
İkinci Dünya savaşı
sonrası pazarlıklarında Yunanistan`ın Batı kampında kalmasına, Tito
Yugoslavya`sı ile bozulan ilişkiler de eklenince SSCB Akdeniz`e çıkışta sadece
küçücük Arnavutluk`a mahkum kaldı. Buna Sovyet deniz kuvvetlerinin yeterince
güce ulaşmaması eklenince Akdeniz hayali 1960 sonrasına ertelendi.
1960’lı yıllarda deniz kuvvetlerini güçlendiren SSCB Amerikan 6. filosuna karşı Montrö sözleşmesindeki boşlukları dikkate alarak yaptığı askeri gemilerle Boğazlar aracılığı ile Akdeniz`e geçerek dengeyi sağlamaya çalıştı. 1967 yılının Temmuz ayında SSCB görev yeri Akdeniz olan 5. eskadronu kurdu.
1960’lı yıllarda deniz kuvvetlerini güçlendiren SSCB Amerikan 6. filosuna karşı Montrö sözleşmesindeki boşlukları dikkate alarak yaptığı askeri gemilerle Boğazlar aracılığı ile Akdeniz`e geçerek dengeyi sağlamaya çalıştı. 1967 yılının Temmuz ayında SSCB görev yeri Akdeniz olan 5. eskadronu kurdu.
Bu filodaki bazı
gemilerin 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşı sırasında İsrail askeri uçaklarını
vurmada rol aldığı, hatta İsrail`i bombalama için hazırlıklar yapma emri aldığı
iddiaları mevcut. 1960`lı yılların sonundan itibaren SSCB kendini açıkça aynı
zamanda “Akdeniz gücü” gibi de nitelerken, Sovyet gemileri için bu denize
seferler rutin karakter kazandı. Tartus limanının Suriye`den kiralanması da bu
döneminin ürünü. Ancak SSCB’nin çöküşü ile 5. Eskadron lağvedildi, gemileri ise
başta Karadeniz filosu olmak üzere çeşitli Rus askeri filolarına dağıtıldı.
1991 sonrası Rus
gemilerinin zaman zaman ender de olsa Akdeniz`e çıktıkları görülse de, bu
sürecin 2000`li yıllarda ciddi bir ivme kazandığı gözlemleniyor. Bunda hiç
kuşkusuz “Rusya Yeni Doktrini-2020” stratejik belgesinde yer alan “Akdeniz`de
askeri-politik istikrarın temini” ve bu çerçevede “bölgede yeterli askeri deniz
gücü bulundurma” ilkelerinin belirleyici etkisi var. 2000`li yıllarda Libya ile
geliştirilen ilişkileri, Tartus limanın genişleme çabalarını ve Akdeniz`de Rus
askeri gemilerinin sıkça boy göstermelerini bu çerçevede değerlendirmek
gerekir. Rusya Akdeniz`deki bu hareketliliğini Tartus limanı endişesi ile izah etse
de, Pentagon da bölgedeki bu Rus faaliyetlerinden rahatsız olmadığını dese de,
gelişmeler aksini söylüyor.
Yine Türkiye açısından
Rusya`nın Akdeniz`deki varlığı ve hareketliliği, Karadeniz`de Ukrayna`nın Kırım
ve Gürcistan`ın işgal edilmiş bölgelerinde konuşlanan Rus askeri filoları ile
birlikte düşünüldüğünde daha da rahatsızlık verici oluyor. Moskova`daki
Putin-Erdoğan görüşmesini ve tam da bu ziyaret sırasında Türk Savunma Bakanının
1 günlük Gürcistan seferine bu açıdan bakmakta fayda var.
Dr. Nazim CAFERSOY, Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik
Araştırmalar Merkezi (QAFSAM-www.qafsam.org) Analisti
20.07.2012 13:30 Yerel
saatı | 10:30 Dünya saatı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder